Dedemin doğduğu, Bafa Gölü kenarındaki Kapıkırı Köyü’nü daha önce hiç görmemiştim. Nisan ayında annemin canı pat diye oraya gitmek isteyince, yola düşmek şart oldu. Bir yerden çağırıldığını düşünüyorsa, annemin gitme isteğine karşı koymanın anlamsızlığını babamla çoktan öğrenmiştik.
Ninem, yani annemin babaannesi, kıyısında yaşadığı gölünü bırakıp çook uzaklara gideli epey zaman oldu. O gittiğinde, Ege’ye özgü şivesini anlamayacak, İngilizce konuştuğunu sanacak kadar küçüktüm. Bu anı ne zaman hatırlansa, ailemin uzun süren kahkahalarına katlanmak zorunda kalıyorum.
Annem, küçükken bazı yaz tatillerinde Kapıkırı’nda kalmış. Köyde balıkçılık yapan Sadık Amca’nın onunla yaşıt kızı Nazife ile sandal kaçırıp kıyıdan biraz uzaktaki minik adaya kadar kürek çekerlermiş. Kıyısına zar zor yaklaştırdıkları sandalı bırakıp minik adanın etrafını turlar, antik çağdan beri orada olan kalıntıların arasında dolaşırlarmış.
Bir gün yine annemle Nazife kendilerini kaptırmış define ararken, kayığın dalgayla açıklara doğru gittiğini görmüş, feryat figan ağlamaya başlamışlar. Adacık, kıyıdan hepi topu yüz metre uzaklıktaymış ama iki küçük kızın yaşadığı telaşa bakılırsa orada mahsur kaldıkları sanılabilirmiş! Balıktan dönenlerden biri onları görüp köye taşımış.
Annem hikâyeyi anlatınca, onun çocukluk korkuları gözümün önüne geldi. Bu görüntü de doğrusu beni çok güldürdü.
“Nazife ile hâlâ görüşüyor musunuz?” diye sordum.
“Hayır,” dedi. “Epey zaman oldu ondan haber almayalı.”
Dedem de zaman zaman çocukluk anılarını bana anlatır. Bunlar içinde en sevdiğim ama bir yandan da hüzünlendiğim keçisi Veli ile olandır. Veli, dedemin evcil hayvanı ve çok yakın arkadaşı gibiymiş. Nereye gitse dibinden ayrılmazmış. Ortaokula başlama yaşı gelip de köyden gidince, zavallı keçi üzüntüden ölmüş.
İki buçuk saatlik yolculuktan sonra zeytin ağaçlarının arasından uzayıp giden daracık köy yoluna saptığımızda annem,
“Düşsel gerçeklik köyünü görmeye hazır mısın?” diye sordu.
Hemen görecekmişim gibi heyecanla camdan dışarıya baktım. Baharın en güzel zamanıydı. Zeytin ağaçlarının altı mor, pembe ve kırmızı lekelerle kaplıydı.
“Çiçekler çok güzelmiş. Dönüşte toplayabilir miyiz?” dedim.
“Anemonlar çok güzel, evet. Ama ben onları kastetmiyorum ki,” dedi annem.
Babam sağ eliyle ön camın ilerisini işaret etti.
“Şu kaya sence neye benziyor Ada?” diye sordu.
“Aaa! Çok ilginç. Resmen dev bir kaplumbağa bize doğru bakıyor.”
“Peki ya bu?” deyip ucundan yere sabitlenmiş, her an üzerimize yuvarlanacakmış gibi duran sağımızdaki dev kayayı gösterdi.
“Aaa! Bu da bir çaydanlık,” dedim.
Bizimkiler aynı anda kahkaha attı.
“Bu deveyi ilk kez birisi çaydanlığa benzetti,” dedi annem.
Çoktan arkamızda kalan kayayı görmek için camdan sarkmış, geriye bakıyordum.
“Yok artık! Deve mi? Resmen bir çaydanlık o!” dedim.
Sağlı sollu yüzlerce kaya, doğanın birer soyut sanat çalışması gibi etrafımızı sarmıştı.
“Haklıymışsın anne,” dedim. “Burası düşsel bir köy.”
“Daha dur!” dedi babam. “Görecek ve şaşıracak çok şey var burada.”
Yokuşu tırmanıp köy meydanında arabayı park ettik. Annem araçtan inip gölgede oturan iki köylü kadına kendisini tanıttı. Kadınlar sanki kırk yıldır annemi bekliyorlarmış gibi onu sarmaladılar. Olanları şaşkınlıkla izleyen babamla ben de arabadan inip yanlarına gittik. Annem bizi tanıştırınca, bu kez babamla bana sarıldılar. İçlerinden yaşlı olanı beni tepeden tırnağa dikkatle süzdü.
“Abboo! Aynı ninesine benzeyivatııı!” dedi. Sonra da anlamadığım pek çok sözcük sıraladı. Birden bende şimşek çaktı. Bizimkilere dönüp,
“Aaa aynı ninem gibi konuşmuyor mu bu teyze?” dedim. Hepsi gülerek bana hak verdi. Gölgede yapılan hoşbeşten sonra kadınlardan genç olanı,
“Haydi o halde takılın peşimize de antik kenti dolaştıralım size,” dedi.
Birlikte, dedemin keçisi Veli gibi tepelere tırmanmaya başladık. Biz soluk soluğa onları takip etmeye çalışırken iki köylü kadın, bir kayadan diğerine sıçrıyor, aynı anda bize rehberlik ediyordu.
“İşte bu antik hamam. Bu gördükleriniz amfi tiyatronun oturaklarıymış. Arkasındaki kısım oyuncuların hazırlandığı kulis. Hah tam şu kayaya çıkın da göl manzarasını izleyin. Tamam, izlediyseniz şimdi telefonunuzu verin de ailecek sizin fotoğrafınızı çekelim. Güvey*, fotoğraf çekilirken gülümse biraz, somurtma. Bak hele bak, arkandaki karabaş otunu kaynatırsanız…”
Biz üçümüz, tenis maçı izler gibi, iki kadının sözleri ve el işaretleri arasında dikkatimizi toplamaya çalışmaktan ter içinde kalmıştık. Arada yaptıkları şakalara da gülmemek olanaksızdı. Hem çok komik, hem de bilgililerdi. Annemin, doğanın bilgeliği dediği türden bir haldi bu.
Antik kent turumuzu bitirip yaşlı kadının evinin avlusunda çay içmek için oturduğumuzda rahat bir soluk aldık. Geldiğimizi duyan başka köylüler de çiçek, zeytinyağı, yemeni** gibi hediyelerle avluya doluştu.
Büyükler sohbete dalmışken ben aşağıda uzanan göl manzarasına baktım. Annemin küçükken mahsur kaldığı antik kalıntılarla dolu adacık hemen karşımızdaydı. Kıyıya o kadar yakındı ki birkaç kulaçla oraya yüzebileceğimi gülümseyerek düşündüm. Manzara gerçekten çok güzeldi. Bafa Gölü’nün uçsuz bucaksız halinden, eskiden deniz olduğuna şaşırmadım. Sonra gözüm avludaki antik kalıntılara takıldı. Bir tanesinin üzerine oturup incelemeye başladım. Ev sahibi yaşlı kadın elinde tabakla yanıma geldi.
“Ye bak çok seversin. Biz çalkama deriz buna,” diyerek börek benzeri yiyeceği bana uzattı. Bir ısırık aldım.
“Mmm! Gerçekten çok güzelmiş, elinize sağlık,” dedim. Sonra üzerinde oturduğumla avluya yayılmış diğer kalıntıları gösterip, “Bunlar çok eski değil mi?” diye sordum.
“Eski tabi ya. Bizim köy taa Osmanlı döneminde, Heraklia Uygarlığı’ndan kalanların üstüne Yörükler*** tarafından kurulmuş. Sizi gezdirip durduğumuz taşlar, hep onlardan. Benim ev, antik zamanda meclis binasıymış,” diye cevap verdi. Sonra kendinden emin, yüksek bir sesle,
“Eee ben de bi nevi meclis başkanı sayılırım,” dedi.
Bu yoruma kendisi de dâhil hepimiz çok güldük.
Doğrusu dedemin köyünü, gölünü, antik kentini ve hemşehrilerini çok sevdim. Mutlu insanlar görmek ve onlar tarafından sarmalanmak, ne güzel bir duyguymuş. Dönüşte ninemin mezarını ziyaret edip benden bir hatıra olması için başucuna zeytin ağacı diktik. O ağaç da tıpkı ninem gibi yüz yıl, belki de daha uzun zaman yaşayacak.
Sonbaharda, bu kez Latmos Dağı’na tırmanmak, Neolitik Dönem’den Osmanlı’ya dek uzanan izleri takip etmek için gelmek üzere Kapıkırı’na veda ettik.
*Güvey: Ege’ye özgü şivede damat demek.
**Yemeni: Kenarları tığ işi renkli oya ile süslenen, kadınların başına bağladığı tülbent
***Yörük: Anadolu’da geçimini hayvancılıkla sağlayan, mevsime göre yer değiştiren, Oğuz Türkleri.
Emeklerine sağlık Esracığım, bizi de gezdirdin Bafa Gölü kıyılarında... Teşekkürler...