
Uykumun kaçtığı o gece, karanlığı delen ateş toplarının hayatıma yön vereceğini, söyleseler inanmazdım. O kadar heyecanlanmıştım ki; yatakhane arkadaşım Dimitri’yi uyandırıp kolundan sürüyerek büyük pencerenin önüne getirdiğimde kızıl sarı parlaklık sanki daha da artmıştı. Sesimizi duyan diğer arkadaşlarım da toplaşıp heyecanımızı paylaşmışlardı.
Burası eğer bir okul yatakhanesi olsaydı, öğretmenimizi de uyandırıp bu doğa olayına tanıklık etmesini isterdim. Ne yazık ki burası kimsesizler eviydi ve müdiremiz Aksana’yı düşündükçe kendimi doğuştan şanssız buluyordum. Annemi ve babamı hiç hatırlamıyordum. Anlaşılan beni dünyaya getirip sonra bir çöp gibi buraya boşaltmışlardı. Ergenliğe yeni girdiğim zamanlarda cesaretimi toplayıp Aksana’nın odasının kapısına kadar gitmiştim. Konuşurken gözlerinden şimşekler çıkan, ağzından çıkan sözcüklerle bizleri adeta döven Aksana’ya ailemi sormuştum. “Dosyanda bir şey yazmıyor,” diyerek “dışarı çık” anlamına gelen el hareketleriyle beni kovmaktan beter etmişti.
Ailemin kim olduğunu öğrenmeyi, yerlerini bulup onlara hesap sormayı çok ama çok istiyordum. Sabırla en uygun zamanı beklemeye başlamıştım. Aksana, ayda iki geceyi dışarıda geçirirdi. O kadar geçimsiz bir insandı ki, sanırım hiçbir aile üyesi onu yanına almayı göze alamıyordu. İşte onsuz gecelerde yatakhane bekçisi Anton sızana dek votka içerdi. Yedek anahtarını üzerinde taşıdığını biliyordum. İşte öyle bir gecede gizlice odaya girerek dosyamı okuyabilmeyi başardım.
Ne yazık ki ailem 1905 Ekim ayaklanmasında Çar’ın askerleri tarafından öldürülmüştü. Bir ablam varmış ve başka bir yetimhaneye gönderilmiş. Kalbimde bir şeylerin kırıldığını duyabiliyordum: Son umudumun. Eğer ablam yanımda olsaydı, herhalde bu ev bana daha çekilebilir gelirdi. Göktaşlarının alevinin karanlığı gündüz yaptığı o gecede, yaşam yolculuğumun daha başındayken ne denli talihsiz olduğumu düşünüyordum.
“Nikolay, bu göktaşları nereye düşüyor?” diye sordu Dimitri
Şanssız çocukların olduğu bu dünyaya düştüklerini gördükçe onlar için üzülmeye başlamıştım bile. Küçük olanlar atmosferde yanıp kül olacaklardı. Büyük olanlar kurtulabilir, bir yere düşebilirdi. Ben hangisiydim peki? Küçük olup müdirenin aşağılamalarıyla yok mu olacaktım? Yoksa büyük olup kendimi kurtaracak mıydım? Dimitri’nin sorusu zihnimin içinde aydınlanma sağlamıştı. Göktaşları ile kaderim aynıydı. Onlar nereye düşüyorsa ben de oraya gidecektim.
Ertesi gün artık kendimi bu kimsesizler evine ait hissetmiyordum. Oradan nasıl kaçacağımı planlamaya başlamıştım bile. Aksana’nın olmadığı ve Anton’un sızdığı bir başka geceyi beklemek zorunda kalacaktım. Dimitri’ye kararımı açıkladım ama o dışardaki dünyadan çok korkuyordu. Göktaşlarının nereye düşecekleri konusunda pek bir fikrim ve bilgim yoktu açıkçası. Bu konuyu bilen birilerini elbette bulabilirdim.
O gece geldiğinde yol hazırlıklarımı tamamlamıştım. Yanıma bolca ekmek, temiz çamaşır, pusula, günlük tutmak üzere bir defter ve harita alarak Dimitri ile vedalaştım. Haritayı ve pusulayı suratsızın odasından aldığımı itiraf etmeliyim. İçimden bir şeyler kopmuştu sanki Dimitri’ye sarılırken. Ona mektup yazacağıma söz verdim.
Kimsesizler Evinden ayrıldıktan sonra günlerce yürüdüm. Ekmeğim bittiğinde aç kaldım. Göktaşının düştüğü yeri bilse bilse kitap okuyan biri bilir düşüncesiyle bir kitapçı aradım. Orayı bulduğumda kapısının önünde yığılmışım. Yaşlı Ose amcayla orada tanıştım. Gözümü açtığımda ağzıma şekerli bir şeyler vermeye çalışıyordu. Karnımı da doyurunca kendimi daha iyi hissettim.
Kısa hayat hikâyemi duyunca cesaretime hayret etti Ose amca.
“Avrupa’da bir savaş çıktı çıkacak,” dedi. Göktaşını ısrarla sormam üzerine ise omzunu silkeledi ve başka şeyler söyledi. Esas göktaşının, ülke karışıklıklarının, savaşların olduğunu anlattı. Benim gibi bir çocuğun, tek başına dolaşmasının doğru bir şey olmadığını açıkladı. Yola devam etmekte kararlı olduğumu anlayınca yanıma erzak ve Gorki’nin "Çocukluğum" kitabını verdi. Bu kitaptaki Aleksey ile ortak noktalarımın olduğunu düşünüyormuş. Beni Osetya’dan Gürcü bölgesine giden arabaların olduğu yere götürdü. Yol paramı da ödedi.
Günler geçiyordu. Yolculuk rahat değildi, her tarafım ağrıyordu. Batum’a varana dek yollar ağaçlı ve dağlıktı. Kendimi bir gezgin gibi hissediyordum. Gözümün alabildiğine ağaçlar vardı. Ose’nin dediğine göre Gürcü bölgesi dev ormanlarıyla ünlüydü.
Beni taşıyan arabanın silahlı koruyucuları vardı. Güvenli bir ortam olmadığından, yolcuların da üzerinde silah taşıdığını fark etmiştim.
Ose, beni hırsızlar konusunda uyararak değerli şeylerimi pantolonumun iç cebine yerleştirmemi söylemişti. Osmanlı bölgesindeki akrabamın yanına gideceğimi anlatan bir yazıyı, Osmanlıca yazarak elime vermiş, sanki büyükbabammış gibi imzalamış ve adresini yazmıştı. İşte böylelikle bölgeye gidebildim.
Sınırda askerler, yükleri ve bizleri iyice inceledikten sonra içeri bıraktılar. Onların dilini bilmediğim için dilsiz numarası yapmaya başladım. Ose’nin önerisiydi ve bu işime gelmişti açıkçası. Günler geçmişti. Yola çıktığıma pişman olmuştum ama geri dönmek de istemiyordum. Yolculukta erkekler ya da oğlan çocukları görüyordum. Hiçbiri dost canlısı değildi. İçimi görmek ister gibi delici gözlerle beni inceliyorlardı. Onlardan farklı görünüyordum. Belki bu esaslı bir nedendi. Yol arkadaşım olan günlüğümün sayfaları dolmaya başlamıştı.
Arabanın yolunu bir gün silahlı adamlar kesti ve her yerini darmadağın ettiler. Yükleri karıştırıp değerli eşyaları ve atları da yanlarına alarak uzaklaştılar. Kendime saklanacak bir yer buldum. Onlar gidince yaya olarak devam ettim. Yürüdüm yürüdüm…
Gözümü açtığımda, kendimi bir devenin hörgücüne bağlanmış uzunca bir kalasın üzerinde yatıyor buldum. Güneş tepedeydi. Ağzımın içi bir çöl gibi kupkuruydu. “Su verin bana lütfen su!” diyerek güneşe seslendim. Başımı kaldırıp etrafımda ne olduğunu görecek kadar gücüm yoktu. Biri ağzıma azar azar su verdi. Sonra yine uyudum. Gözümü açtığımda hava kararmıştı. Yattığım yerden doğruldum. Deve yere çökmüştü. Biraz ilerde bir grup adam ateş etrafında oturuyordu. Yemek kokusunu duyunca açlığa isyan edercesine midem ağrımaya başladı. Günlerdir boştu.
“Açım ben, bana da yemek verin!” diye seslendim.
Oturan adamlar bana doğru baktılar. Benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim zayıf bir çocuk, elinde içi dolu bir tabakla yanıma geldi. Kafası beyaz ve kalın bir bez şapka ile örtülüydü. Ayaklarına dek inen elbisesi vardı. Tek sözcük etmeden tabağı elime verip tekrar adamların yanına döndü. Aralarında anlamadığım bir dil konuşuyorlardı. Mideme giren birkaç lokmadan sonra sızmışım tekrar.
Güneşin ışıkları bana, hadi kalk derken uyandım. Yerimde oturarak doğruldum.
“Neredeyim ben?” diye sordum. Çocuk, yanındaki adama bir şeyler söyledi.
Adam “Mezopotamya topraklarındayız evlat,” dedi. “Sen Çarlık topraklarından mı geldin? Ne işin var buralarda?” diye sordu. Bozuk da olsa dilimi konuşan birini bulmak beni birazcık rahatlatmıştı.
“Göktaşlarının nereye düştüğünü bulmak için yola çıkmıştım ama...” Yaşlı Ose’den söz edecektim ki adam gülmeye başladı. “Bu zamanda aklı başında birini bulmak zor,” dedi.
İsfahan’dan yola çıkıp Punta’ya mal götüren bir ticaret kervanının yolunda ölü gibi yatarken bulmuşlar beni. Günlerce deveye bağladıkları kalasın üzerinde yatmışım. Zayıf çocuğu işaret ederek, “Yeğenim senden sorumludur evlat. O baktı sana,” dedi. Ferhat’mış adı. Ona teşekkür ettim. Aynı dili konuşamasak da beni anlamış gibi başını salladı. Hikâyemi adama anlattım o da duyduklarını Ferhat’a aktardı.
Onlar da göktaşlarını görmüşler. Adam da, yeğeni de benim gibi meraklıymış böyle gök olaylarına. Bana günlerce baktıkları için kendimi onlara karşı borçlu hissetmiştim. Kimsesiz ve parasız olduğumu, eğer kabul ederlerse kervanda çalışabileceğimi söyledim. Adamın gözleri ışıldadı. O günden sonra Ferhat bana develeri gütmeyi, silahlı adamlara yemek hazırlamayı öğretti. Develerden ürksem de, Ferhat onlara komut vermek için nasıl sesleneceğimi, yemeklerini nasıl vereceğimi, sinirlendiklerinde nasıl yatıştıracağımı gösterdi. Bazen anlaşmak için beden dilimiz yetiyordu. Bazen de amcası imdadımıza yetişiyordu. Ben onların sözcüklerini öğrenmeye çalışırken, Ferhat da benim dilimi anlamaya uğraşıyordu. O sanki daha gayretliydi. Anlamadıklarını amcasına soruyor, her geçen gün daha çabuk öğreniyordu. Ferhat’ın da yetim ve öksüz olduğunu öğrenince kendimi ona biraz yakın hissetmiştim. Bütün bunları yazmak istiyordum ancak günlüğüm ve Ose’nin bana verdiği kitap kaybolduğu için bundan sonra yaşadıklarımı gözlerime ve belleğime kaydetmek zorundaydım.
Geçtiğimiz köylerde acayip bir hareketlilik vardı. Osmanlı askerleri ihtiyat birliklerini oluşturmak için askerlik yaşı gelmiş erkek çocuklarının listesini yapmaya başlamıştı. Köylülerden vergi niyetine para veya erzak toplamaya gelen memurları da görmüştüm. Bir savaş yaklaşıyordu ve içinden geçtiğimiz bu imparatorluk da kendince önlem almaya çalışıyordu.
Punta’ya vardığımızda bizim gibi kervanlar gördüm. Amca bizi bir meydanda silahlı adamlarla bırakarak anlaşmış olduğu tüccara gitti. Saatler sonrasında yanında bir yaşlı adam ve benim yaşlarımda uzun boylu ve zayıf bir erkek çocuğu ile geri geldi. Çocuk, benim ve Ferhat’ın dilinde hoş geldiniz dedi. Adı Reggio’ydu. Hem benimle hem de Ferhat ile konuşabiliyordu.
Fiyatlarda anlaşma sağlandıktan sonra malları depolarına taşıdık. Sonra hep birlikte yemek yedik. Amca, kalacağımız yeri ayarladıktan sonra bizi hamama götürdü. Üstümüz başımız deve gibi kokuyordu. Tellak, Ferhat ile beni iyice keseledi. Saçlarımızın ve derimizin rengi açıldı. Akça pakça olduk. Üzerinde yatabileceğimiz yumuşak döşekler bulduğumuz için, o akşam şanslıydık.
Ertesi gün, Avrupa’dan gelen malları seçmeye yine pazara gidecektik. “Tüccarlık, uyanık olmayı gerektiriyor. Bir taraf yüksek, diğeri alçak söyler, orta bir yerde anlaşılır,” dedi amca. Ticarette güven duymanın önemini anlattı. Zaman geçtikçe amca da belli kişilerden alışveriş yapmayı yeğler olmuştu. Reggio’nun babası onlardan biriydi.
Bir öğle yemeğindeydik. Reggio koşarak yanımıza geldi. Sözcüklerini dikkatle seçerek söylemeye çalışıyordu ve sesi de heyecandan titriyordu.
Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand bir suikast ile öldürülmüştü!!! Haberi duyunca sarsıldım ve yaşlı Ose’nin sözlerini anımsadım.
Evet, göktaşı Bosna-Hersek’e düşmüştü ve BÜYÜK DÜNYA SAVAŞI başlamıştı.
*Bu etkinlik Elif Bülbül tarafından hazırlandı.
KONU: Birinci Dünya Savaşı öncesi yeryüzüne düşmekte olan göktaşlarının nereye gittiğini merak eden çocuk Nikolay’ın macera dolu bir yolculuğunu anlatmaktadır.
TEMA: Dünya Savaşı
ANAHTAR KELİMELER: Savaş
KIPIR KIPIR DÜŞÜNCELER:
1- Birinci Dünya Savaşı 1914-1918 yılları arasında olmuştur. Büyük Savaş da denmektedir. Hangi ülkeler bu savaşa katılmıştır? Haydi tarih bilgilerimizi hatırlayalım.
2- Öyküde adı geçen “Çocukluğum” kitabı ünlü Rus yazar Maksim Gorki tarafından yazıldı. Gorki, 1868-1936 yılları arasında yaşadı. Öykümüzdeki Nikolay gibi öksüz ve yetim bir çocuktu. Onu dedesi ve ninesi büyüttü. Birkaç ay okula gidebildi ve 8 yaşında işçi olarak çalışmaya başladı. Buna rağmen okumaya ve yazmaya devam etti. İyi bir yazar olduğundan Rus Edebiyat Akademisi’ne seçildi. Dilimize 260 kitabı çevrildi. Maksim Gorki’nin hayatı zorlu ve macera dolu. Daha çok tanımak için biraz araştırma yapmaya ne dersiniz?
3- Öykümüzde adı geçen, “1905 Ekim Devrimi”, Rus tarihinde önemli bir olaydır. Rus edebiyatını oldukça etkilemiştir. Bu tarihi olayı araştırmaya var mısınız?
4- Öykümüzde anlatılan göktaşı, metinde Birinci Dünya Savaşı için kullanılan bir metafordur. Metafor nedir? Edebi metinlerde nasıl kullanılır? Araştıralım.
5- Öykümüzde Nikolay ve Ferhat’ı karşılayan Reggio, Punta’da yaşamaktadır. İzmir Alsancak’ın eski adı Punta idi. Haydi, yaşadığınız kentlerin ve ilçelerin eski isimlerini araştıralım.
KIPIRDATAN ETKİNLİKLER:
1- Günümüz dünya coğrafya atlasını; Birinci Dünya Savaşı ve sonrası ülkeler haritası ile karşılaştıralım. 110 yıl içerisinde hangi ülkeler yok olmuş? Ya da var olmuş?
2- Ülkemize yakın ve uzak coğrafyalarda savaşlar olmaya devam ediyor. Nerelerde olduğunu söyleyebilir misiniz?
3-Metafor kullanarak bir öykü yazabilir misiniz?
4- Bir yazarı tanımak hayat hikayesini okumakla başlar; öykülerini okumakla devam eder. Gorki’nin yazdığı ve yaşınıza göre olan bir kitabını okumaya ne dersiniz?
Çok büyük bir keyifle okudum. Eline sağlık Elif.
Daha yüz sayfa olsa okurdum. Kalemine sağlık Elif Bülbül. Yaşam hayalleri kurulurken savaşlar nicelerini yarım bırakıyor.😌
Nikolay'ın acı hikayesinden etkilendim. Dönem iyi anlatılmış. göktaşı metaforunu çok sevdim. Hele resim... Develer, insanlar, gökyüzü... Emeğinize, kaleminize sağlık.
Kıpırtı Çocuk bu sevdiğim öyküyü yayınladığı İçin teşekkür ederim. İyi ki varsın Kıpırtı Çocuk.
Hem masalsı, hem de gerçekliğin içiçe yer aldığı güzel ve çocuklar için olduğu kadar, yetişkinler için de aydinlatıcı ögelerle dolu güzel bir öykü. Çizimi de çok beğendim. Öykünün sonundaki sorular üzerinde araştırma yapacak çocuk / yetiskin gecmişi ve günümüzün dünyasını daha iyi anlayacak, öğrenecektir. Kalemine sağlık. Kutluyorum.