Evvel zaman içinde, zaman zaman içinde, bebek devin başında, zamanın bilinmeyen bir anında, ormanda, dağda, taşta, bayırda… İşte öyle bir zamanda…
Baharın sıcak güneşi ile ılık yağmur ahenk içindeymiş. Doğa bu ahenge bitkileriyle, hayvanlarıyla dağlarıyla, taşlarıyla eşlik ediyormuş. Bu ahengi gören tohumlar yeşermeye, hayvanlar canlanmaya başlamış.
İşte öyle bir günmüş. O an kozasından çıkmaya çalışan bir kelebeğin çabası görülmeye değermiş. Bu zorlu işi, güneşle birlikte çıkan gökkuşağı da seyrediyormuş. Kelebek, önce bir kanadını sonra diğer kanadını kozadan çıkarmak için çok çabalıyormuş.
Çevredekilerin yardım etme isteği iyice artmış ama karışan olmamış. Çünkü biliyorlarmış ki zorluklar olmadan başarı asla olmazmış. Gökkuşağı, kelebeğin bu zorlu çabasına kendince bir ödül vermeyi düşünmüş. Onu, yeryüzünde bir benzeri olmayan en güzel renkleriyle donatmış.
Bizim minik kelebek kozasından kurtulmanın verdiği heyecanla uçmuş, uçmuş. Etrafını keşfetmeye başlamış. “Burası orman, rengarenk çiçekler. Su ne güzel akıyor,” demiş.
Az ileride toplanan arkadaşlarının oyun oynadıklarını görmüş. Kıvrak bir hareketle onların arasına girmiş. Kendini tanıtmış.
“Ben Fırfır, yeni geldim, oyunlarınıza katılabilir miyim?” diye sormuş.
Onlar da kendilerini tanıtmışlar. Zamanı unuturcasına oyunlar oynamışlar. Ancak herkesin fark ettiği o muhteşem renkleri görmeden de edememişler.
Fırfır gittikten sonra diğerleri kendi aralarında konuşmaya başlamış.
“Onlar ne güzel renkler. Şimdiye dek hiç görmedim. Çok şanslı. Keşke benim de olsa. Harika bir uyum...” gibi söylemler uzayıp gitmiş.
Ertesi gün oyun zamanı geldiğinde herkes alanda toplanmış. Oyunlar sırasında Fırfır’a farklı davrananlar olmuş. Onunla arkadaş olmak isteyen, onu kayıran, yerine ebe olmak isteyen, diğerlerini dışlayan...
Aradan birkaç gün geçmiş. Fırfır’a yaklaşan bir arkadaşı,
“Senin bu renklerin var ya, herkes sana hayran. Oyunlarda da seni kayırıyorlar, aslında oyunların çoğunu sen kazanmıyorsun,” demiş.
Bu ayrıcalık önceleri Fırfır’ın hoşuna gitmiş, zamanla böbürlenmeye başlamış. Gereksiz bir özgüvenle herkesi küçük görmüş. Bir süre sonra çevresinde, oyun oynayacağı ya da birlikte uçabileceği birini bulamamış. Günlerce ne uçmuş ne de evden çıkmış. Kimseyle görüşmemiş. Ormanın derinliklerindeki evinde yalnız yaşamaya başlamış. Bazı söylentilere göre de yemeden içmeden bile kesilmiş.
Bu duruma sevinenler, “Kendini beğenmenin, şımarıklığın, böbürlenmenin sonucu bu olur. Oh! İyi oldu,” demişler. Duruma üzülen arkadaşları ise bir çözüm bulmak için toplanmışlar. Uzunca tartıştıktan sonra sorunun eşsiz renklerden kaynaklandığını anlamışlar. Renkleri ona veren gökkuşağına gidip bazılarının geri alınmasının doğru olacağı kararına varmışlar.
Kararı uygulamak için gönüllü otuz kelebek birlikte yola koyulmuş.
Az gitmişler, uz gitmişler, çok dere az dağ aşmışlar. Gece olmuş gündüz olmuş. Nihayet gökkuşağının evine varmışlar. Durumu bir bir anlatmışlar. Gökkuşağı kelebeğe iyilik yapayım derken kötülük yaptığını duyunca çok üzülmüş. O kadar üzülmüş ki bir süre konuşamamış. Sonra da durumu düzeltmek için elinden geleni yapacağını söylemiş. Ancak ortaya çıkabilmesi için şartların oluşması gerektiğini anlatmış.
“Yağmurun yavaş yağdığı bir günde, rüzgâr hazırda bekleyip bulutları üfleyecek, güneş ışıkları yağan yağmur damlacıklarından geçecek ki ben çıkabileyim,” diyerek onlara görevler vermiş.
Kelebekler hep bir ağızdan gökkuşağına teşekkür edip oradan ayrılmışlar. Üç gruba ayrılan kelebekler onun çıkma koşullarını hazırlamak için yola koyulmuşlar. Birinci grup rüzgâra, ikinci grup güneşe, üçüncü grup da bulutlara gitmek için ayrılmış.
Birinci grup rüzgârın yavaş estiği bir zamanı kollamış. Nihayet sabahın ilk saatlerinde yanına varmışlar. İncecik kanatlarla rüzgârda uçmak, düşündüklerinden daha zormuş. Rüzgâr durumu can kulağı ile dinledikten sonra öneriyi kabul etmiş.
İkinci grubun işi daha zormuş. Güneşin sıcaklığına narin bedenlerinin nasıl dayanacağını bilmiyorlarmış. Bir kez yola çıkmışlar, dönmek olmazmış. Ancak güneşe, yeni doğduğu sakin ve neşeli bir anında yaklaşabilmişler. İsteklerini anlatmışlar. O bu zor görevleri için onları kutlamış, istediklerini hemen kabul etmiş. Kelebekler de geleneksel danslarıyla teşekkür ederek oradan ayrılmışlar.
Üçüncü grup ise, kanatları ıslanmadan bulutlara yaklaşmanın mümkün olmadığının farkındaymış. Azimle uçmaktan vazgeçmemişler. Islanmış kanatları gitgide ağırlaşıyormuş. Bazılarının gücü tükenmek üzereyken, o anda kendisine doğru gelen kelebekleri gören bulut, yağmayı bırakmış. Böylece hedefe ulaşmayı başaran kelebekler durumu kendisine anlatmışlar.
Bulut “Ben hayat vermek için yağarım. Bir de sizin için yağsam ne olur? Bu, arkadaşınızı mutlu edecekse ben de çok mutlu olurum,” demiş.
Üç grup da görevlerini tamamladıkları için çok sevinçliymiş. Beklenen zaman gelmiş çatmış. Önce bulut, yağmur damlacıklarını yeryüzüne usul usul bırakmış.
Rüzgâr, beklediği yerinden çıkıp, güneş ışıklarını engelleyen bulutları kenara üflemiş.
Güneş ışıkları, yağmur taneciklerinin içinden geçerek şimdiye dek görülmemiş bir gökkuşağını o ana armağan etmiş.
Yağmur, güneş, hafif esen rüzgâr ve gökkuşağı eşliğinde bütün evren şarkılar söyleyip dans etmeye başlamış. Sesleri duyan Fırfır, merakla dışarı çıkmış. Etrafındaki şenliğe buruk bir gülümsemeyle bakmış. O an gökkuşağı, ona verdiği renklerden bir kısmını geri almış. Fırfır’ı normalleştirmiş.
Otuz kelebek ve diğerleri, çeşitli danslarla güneşe, rüzgâra, bulutlara ve gökkuşağına teşekkür gösterileri sunmuşlar. Fırfır, arkadaşlarının onun için yaptığı fedakârlığı duyunca onlara minnettarlığını ve sevgisini hiç eksik etmemiş. Sonraki zamanlarda arkadaşlarıyla çok güzel ve keyifli oyunlar oynamış.
Kelebekler, grup halinde uçmaktan ve dans etmekten hiç usanmamışlar.
Ormandaki her canlı, arkadaşlığın önemini anlamış ve hep birlikte mutlu yaşamışlar.
Okuyunca keyif aldım