Sırt üstü uzandığım yatağımda tavanı izliyordum. Aynı anda aklımdan onlarca konu
geçiyordu. Bunlardan bir tanesi ve en önemlisi ama yapmayı hiç istemediğim şey,
ödevlerimdi. Tavana bakmaya devam ederken bu başlığı hızla geçip diğerlerine odaklandım.
İkinci ve üçüncü konuyu da hiç beğenmedim. Çünkü biri masamı toplamak, diğeri banyo
yapmaktı. Onları da hızla zihnimden uzaklaştırdım.
Sonra babamı duydum. Telefonla konuşuyor olmalıydı. Arada attığı kahkahalardan
çok keyif aldığı bir sohbette olduğu belliydi. Merakla yatağımda doğrulup dinlemeye
çalıştım, çünkü birkaç kez adımı söylemişti. Dediklerinden bir şey anlamayınca,
“Bu böyle olmayacak” diye düşündüm.
Kendime ayırdığım bu en kıymetli zamanı, günlük tavan izleme süremi yarıda kesmek
zorundaydım. Kalkıp odamdan çıktım. Babam evin içinde volta atarak telefonla konuşmaya
devam ediyordu. Ben de hemen arkasından yürüyerek onu takip etmeye başladım. Sanırım
benim varlığımı henüz fark etmemişti. Aniden yürümeyi bırakıp
“Ta Tu Ta demek haa! Vallahi çok sevdim bu fikri Tamer,” diye bağırdığı anda, ben
onun kadar hızlı duramayınca çarpıştık. Beni hayatında ilk kez görüyormuş gibi baktı. Sonra
kaldığı yerden konuşmaya devam etti.
“Anlaştık Tamer. Senin Ta Tu Ta’da görüşmek üzere. Ada da bu fikre bayılacak.
Eşine ve kızına sevgiler,” deyip telefonu kapattı.
Hayalet olduğumu düşünmeye başlamıştım. Çünkü babam ben yokmuşum gibi
davranmaya devam ediyor, telefonda bir şeylere bakıyordu. Nihayet varlığımı fark edip
yüzüme döndüğünde,
“Ta Tu Ta da nedir baba? Amerikan yerlilerinden kalan bir cümle mi? Nereye
gidiyoruz böyle?” diye sorabildim.
Babam yüzüme muzipçe bakıp konuştu. Daha doğrusu hiç anlamadığım bir tekerleme
söyledi:
“Tarım Turizm Takas
Alırım yanağından bir makas
Hazırla çantanı koyulalım yola
Olur bize de güzel bir mola”
Kazdağları’na Doğru
Annem, çok yorgun olduğunu, bütün hafta sonu tek bir şey yapmayı planladığını
söyleyip bizimle gelmeyi kabul etmemişti.
“Nedir anne o tek şey?” diye sorduğumda da verdiği yanıt beni sarsmıştı.
“Sırt üstü uzanıp tavanı izleyeceğim Ada!”
Yanıtının hemen arkasından attığı kahkaha, niyetinin şaka olduğunu gösteriyordu ama
gerçekler öyle değildi. Demek ki tavan izleme alışkanlığımı annemden almıştım. Bu keşfimi
kendime saklayıp ben de annemin gülüşüne abartılı şekilde eşlik ettim. Odama doğru
yürürken gülmem hızla söndü. Kendime yeni bir dert edinmiştim. Niye annemle ben tavan
izliyorduk?
İki gün sonra arabada babamla baş başa Kazdağları’na doğru yol alıyorduk. Baharın
son günleriydi. Yaz mevsimi kapıda bekliyordu. Böyle bir günde yolda olmak çok güzeldi.
Sevdiğimiz müzikleri dinlerken, ben sırt çantamdan notlarımı çıkarıp yüksek sesle okumaya
başladım.
“Kazdağları, Edremit’te yer alan bir millî parktır. En yüksek tepesi 1774 metre olan
Karataş Tepesi'dir. Çevresi büyük ölçüde ormanlar ile kaplıdır ve yakınında yerleşim
oldukça...”
Kendimi kaptırmış okurken babam sözümü kesti.
“Nedir bu okuduğun Ada?”
“E, Kazdağları hakkında bilgiler baba.”
“Yavrucuğum beş dakika sonra unutacağımız ya da zaten kendi deneyimimizle
öğreneceğimiz arama motoru bilgilerini boş ver. Sadece bilgi içeren gezi notları okumayı hiç
sevmediğimi biliyorsun. Ben deneyim ve hikâye peşindeyim.”
Halâ elimdeki bir tomar kâğıda bakıyor, bir yandan da babamın sözlerini
düşünüyordum. Haklıydı. Herkes, öğretmenlerimiz ve diğer bütün büyükler bize bir şey
öğretme derdindeydi. Sonunda kendi kendimize de aynı tuzağa düşer olmuştuk. Kâğıtları
buruşturup çantama geri koydum.
“Tamam, öyle olsun. Bu gezide hiçbir şey öğrenmemeye söz veriyorum,” dedim.
Babam, kısacık bir süre için gözlerini yoldan ayırıp bana baktı:
“Tam tersine, bu gezide çok şey öğreneceksin. Ama farkında olmadan ve eğlenerek,”
dedi.
Merakım tavan yapmıştı. Keyiflenmiştim de. Gerçekten bilerek bir şey öğrenmek
istemiyordum.
Öğle saatlerinde ormanın içinde bir araziye giriş yaptık. Arabayı park ettikten sonra
sık ağaçların arasından yürüyerek büyük, ahşap bir yapının önüne geldik. Çiftliğin sahibi,
başındaki kocaman hasır şapkayı çıkarıp bizi selamladı:
“Hoş geldiniz! Sizleri burada görmek ne büyük keyif. Merhaba Ada! Hatırladığını
sanmıyorum. Ben Tamer Amcan.”
Gözlerimi kısıp neredeyse dizine kadar çizmeler giymiş, beyaz sakallı adamı tepeden
tırnağa süzdüm. Belleğimi taradığımda uyuşan biri olmadığını fark ettim. Dudaklarımı büzüp
başımı sağa sola sallamakla yetindim. Uzattığı elini sıktım.
“Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu Tamer. Seninle sohbeti vallahi çok özledim.”
Babam ve Tamer Amca, uzun yıllardır görüşmeyen dostların özlemiyle kucaklaştılar.
“Ben de öyle. Hadi gelin size kalacağınız ahşap kulübeyi göstereyim. Eşyalarınızı
bırakalım. Sonra birer yorgunluk kahvesi içelim. Hanife’nin yaptığı taze limonatadan da
Ada’ya ikram ederiz. Acıktıysanız öğle yemeği için bostandan** sebze toplar pişirirsiniz.”
Şaka yaptığını düşünüp bir kahkaha attım. Baktım ikisi de gayet ciddi görünüyor.
Benim kahkaha havada tuhaf bir şekilde asılı kaldı. Tamer Amca açıklama gereği duydu:
“Anlaşılan baban sana burayı hiç anlatmamış Ada. Mutlu Tarlalar, ekolojik bir Ta Tu
Ta çiftliği. Burada kalmanın ön koşulu, çalışıp üretime katkı sağlamaktır.”
“Elbette, Ta Tu Ta’yı çok iyi biliyorum” dedim.
Buruşturup sırt çantama tıkıştırdığım notlarımı anımsadım. Türkiye’de ve dünyada
kaç tane Ta Tu Ta olduğu, misafirler ile ev sahiplerinin sorumluluklarının sıralandığı gibi pek
çok ayrıntı vardı. Biz burada misafirdik. Günlük işlere yarım gün çalışarak katkıda bulunmak
zorundaydık. Ev sahibimiz Tamer Amca da patronluk taslamadan bizimle iş birliği yapmalı,
üç öğün karnımızı doyurmalı ve yatacak yerimizi sunmalıydı. Bütün bunları hızla
geveledikten sonra,
“Ama şunu bilin ki ben inek sağmaktan bir şey anlamam,” deyiverdim.
Bu kez onlar kahkahalarını tutamadı. Tamer Amca, bu çiftlikte zaten inek olmadığını,
koyun ve keçi beslediklerini söyledi. İstersem onları sağmayı öğretebilirlermiş.
“Yok, kalsın!” dedim. “Ben mutfakta çalışırım.”
Eşyalarımızı kalacağımız kulübeye bıraktıktan sonra, babamla bostana gittik. Güneş
tenimizi kavurmadan, sakin sakin ısıtıyordu. Sebzeleri tezgâhta değil de toprakta ve dalında
görmek, beni biraz afallattı. Bize verilen sepetleri, üzerinde küçük isim etiketleri olan sebze
tarhlarından*** sarmaşık, pırasa, ebegümeci, kuzukulağı ile doldurduk.
Mahsulümüzle birlikte çiftliğin mutfak bölümüne geçtik. Babamla elimizde sepetler,
öylece durup birbirimize bakarken imdadımıza Hanife Abla yetişti. Yoksa akşama kadar
sebzelerle bakışabilirdik. Onun yardımıyla pırasa ve sarmaşıklı omlet, ot kavurma ile salata
hazırladık. Öğle yemeğinde parmaklarımı yememek için çok uğraştım.
Ertesi gün sekizde uyandığımda çiftlikte hayat başlayalı saatler olmuştu. Dediklerine
göre saat beşte herkes kahvaltıda oluyormuş. Sabah telaşını kaçırdığım için çok üzüldüm.
“Yarın beşte mutlaka buradayım,” dedim.
Hanife Abla halime acımış olmalı.
“Hadi git folluğa bak. Şeker Prenses diğerlerinden geç yumurtlar. Keyfine pek
düşkündür. Kendine yumurta al gel,” dedi.
Dediğini yaptım. Bütün tavuklar kümesin dışında serbestçe dolaşıyor, önlerine çıkan
her şeyi didikliyorlardı. Bizim Prenses ise follukta duran iki yumurtaya düşünceli düşünceli
bakıyordu. Onun bu hali yüzünden izin istemem gerektiğine karar verdim.
“Şeker Prenses, izin verirsen bu sabah senin iki yumurtanla kendime omlet yapabilir
miyim?” dedim.
Bir yüzüme, bir yumurtalara baktı. Bu hareketi, hızlı hızlı pek çok kez yineledi.
Sonunda “Gıdak gıdaaaak!” dedi ve kanatlarını çırpa çırpa kümesten çıktı. Bu hareketini izin
verdiğine yorup yumurtalarımı aldım.
Mutlu Tarlalar Çiftliği’nde iş, hiç bitmiyor gibiydi. Her an, her yerde bir şeyle
uğraşılıyordu. Dün tanıştığım Alman Gregor ile Fransız Severine, kümesin yakınında ahşap
bir kulübe yapıyorlardı. Ellerimde sıcacık yumurtaları tuttuğum için başımla işaret ederek
sordum:
“Nedir bu yaptığınız?”
“Kompost için kulübe,” diye yanıtladı Severine.
Ben “Ah ne şahane! Umarım burada mutlu olur,” deyince Severine ve Gregor,
birbirlerine baktı. Yüzüme karşı aynı anda kahkahalarını bırakıverdiler.
Hem mahcup hem de öfkeliydim. Ne var bunda bu kadar gülecek diye düşünürken,
ikisi de yaptığı işi bırakıp yanıma geldi.
“Sanırım kompostu bir hayvan sandın,” dedi Gregor.
“Evet, köpek değil mi?”
“Hiç fena bir köpek ismi değil doğrusu,” dedi Severine. “Ama işin aslı kompost, tüm
yiyecek atıklarının, ağaç, dal ve yaprakların, çürütülmesi, sonra da öğütülmesi sonucu oluşan doğal gübredir,”
“Ahh gübrenin ne olduğunu biliyorum,” dedim. “Bitkilerin beslenip güçlenmesini
sağlayan madde.”
“Evet çok haklısın,” dedi Gregor. “Günümüzde çoğu çiftçi sentetik, kimyasal gübre
kullanıyor. Bunlara tarım zehri diyoruz. Topraktaki yararlı canlıları öldürüp hepimizi yavaş
yavaş zehirliyorlar.”
Severine söze girdi:
“Hâlbuki kompost doğal, temiz ve çok yararlı bir gübre. Tamer Bey de çiftliğinde
hiçbir kimyasal kullanmıyor.”
Badem toplama zamanı olduğu için Mutlu Tarlalar’da Severine ve Gregor gibi pek
çok yabancı gönüllü vardı. Babam,
“Tamer, senin çiftlik Birleşmiş Milletler gibi,” diyordu.
“Hasat zamanları internet sayfamızda gönüllü formları açıyorum,” dedi Tamer Amca.
“Gönüllüler olmasa bu çiftliği çekip çevirmem çok zor.”
TaTuTa, yani Tarım Turizm Takas çiftlikleri sayesinde, gönüllüler yatacak yer ve
yemek parasını düşünmeden dünyayı dolaşıyormuş. Kendi bilgi ve deneyimlerini çiftlikte
yaşayanlarla paylaşırken onlar da pek çok şey öğreniyormuş. Paranın olmadığı bu sistemde
sadece bilgi ve deneyim takası ile oluyormuş her şey. Doğrusu bu sistemi çok sevdim.
Ertesi sabah beşe on kala, mutfak sundurmasının altında esniyordum. Tam kafamı
masaya koyup biraz şekerleme yapacaktım ki Hanife Abla’nın sesini duydum:
“Ahh! Guzum galk git yatağına yat. Ne işin var bu saatte?” diye yanıma gelip başımı
okşadı. Ben ok gibi fırladım.
“Göreve hazırım Hanife Abla, ne yapıyoruz?” dedim.
Her sabah beni kaldırması için eve askeri birlik çağırmaktan bahseden annem, bu
halimi görse gözlerine inanmazdı eminim.
Bu arada mutfak ekibinin diğer üyeleri de geldi. Hanife Abla kendinden emin
konuşmaya başladı. Onun Türkçe anlattıklarını birisi İngilizceye çeviriyordu.
“Böğürtlenler çok birikti. Kahvaltıdan sonra reçel gaynatacağız. Öğlene erişte ve
fırında sebze yemeği ile cacık yapacağız. Şu kenarda yığılan elmalarla sirke guracağız.
Akşam yemeği için de…”
O konuşurken ben yutkunarak dediklerini not aldım.
Mutlu Tarlalar’da kaldığım üç gün boyunca yaptığım her şey çok keyifliydi. Tavan
izleme aktiviteme hiç ihtiyaç duymadım. Dalından erik ve çağla koparıp yemekten az kalsın
midemi bozacaktım. Gölette yüzen ördekler, ortalıkta popolarını sallayarak gezen kazlar ve
Romeo adındaki eşek, çiftliğin hayvan sakinlerinden en sevdiklerimdi.
Özellikle Romeo ilginç bir canlıydı. Ne söylersiniz söyleyin, anlıyormuş gibi
bakıyordu. Ben de ona içimi döktüm. Buraya gelmeden önce okulda kafamı bozan olayları
bir bir anlattım. “Bu konuda ne düşünüyorsun Romeo?” diye sorduğumda, burun deliklerini
açıp kapayıp başını yukarı doğru kaldırdı. Herhalde “İnsanları anlamak zordur Ada. Kafanı
boş yere yorma!” demek istemişti. Seni yine görmeye geleceğim, deyip başını okşadım ve
kimse görmeden ona biraz çilek ikram ettim.
Son günümüzde, güneş batmadan babamla Zeus Altarı’na gittik. Patikadan tırmanarak
güzel manzaralı sunağa ulaşmak heyecan vericiydi. Zeus’un Truva Savaşı’nı izlediği tepede,
biz gün batımını gözlerimize doldurduk. Bu yükseklikten böyle bir manzaraya bakmak,
sonsuzluğa sahip olduğunu hissettirecek kadar sihirliydi. İçinde bulunduğumuz anı, küçük bir
kutuya hapsetmek, canım sıkıldıkça çıkarıp bakmak ya da koklamak isterdim. Ama her güzel
an gibi öyle hızlı geçip gitti ki hiçbir yerinden tutamadım, saklayamadım. Üç günlük
tatilimiz, üç dakikada yaşanmış gibi bitmişti. Zaman bir kez daha yapacağını yapmış kendi
istediği hızda akmıştı.
*TaTuTa: Ekolojik çiftliklerde tarım turizmi, gönüllü bilgi ve tecrübe takası.
**Bostan: Sebze bahçesi.
***Sebze Tarhı: Yükseltilmiş sebze yatağı.
ETKİNLİK
HAZIRLAYAN: Dursaliye ŞAHAN
KONU: Gönüllülük esasına dayalı Tarım Turizm Takas olarak isimlendirilen çiftliklerde
yaşam.
TEMA: Doğa ve insan
ANAHTAR KELİMELER:
TaTuTa: Ekolojik çiftliklerde tarım turizmi, gönüllü bilgi ve tecrübe takası.
Bostan: Sebze bahçesi.
Sebze Tarhı: Yükseltilmiş sebze yatağı.
Muzip: Şakayla karışık yapılan konuşmalar, mimikler.
Millî park: Bir bölgedeki doğal bitki örtüsünü ve orada yaşayan hayvanları veya
üzerinde bulunan tarihî yapıları korumak amacıyla devlet tarafından koruma altına alınmış
bölge; ulusal park.
Arazi: Toprak parçası
Hasır: Saz, kabuk, yaprak vb. bir bitki maddesiyle örülmüş taban veya tavan örtüsü:
Ekoloji: Canlıların hem kendi aralarındaki hem de çevreleriyle olan ilişkilerini tek tek
veya birlikte inceleyen bilim dalı.
Folluk: Tavukların yumurtlaması için hazırlanmış küçük ot yatağı.
Kompost: Bitki artıklarından yapılan doğal gübre
Zeus: Yunan mitolojisinde "Tanrıların ve İnsanların Babası olarak geçen kahraman.
KIPIR KIPIR DÜŞÜNCELER:
Doğadan neler öğrenebiliriz? Düşünelim.
Acaba ülkemizde kaç tane Ta Tu Ta yani Tarım, Turizm ve Takas çiftliği var?
KIPIRDATAN ETKİNLİKLER:
Kâğıt üzerinde hayalindeki Ta Tu Ta yani Tarım, Turizm ve Takas çiftliği kurabilir
misin?
Böyle bir çiftliğin olsa ne isim takardın?
Bu çiftlikte en çok hangi hayvanları görmek isterdin?
Bu çiftlikte hangi bitkilerin yetişmesini isterdin?
Arkadaşlarınla konuşup böyle bir çiftliği görmek için tur düzenlemeyi düşünür
müsün?
Çok çok keyifli. Ada'ya çok teşekkürler;)
Tam da hikayedeki dağlardayken şu önümden geçen Ada ve babası olmasın sakın :)) bu neşeli öykü için yeğenlerim adına teşekkürler Esra 🌸
Esra Abalı'nın gezi öykülerine bayılıyorum. Bütün çocuklar okumalı... Teşekkürler Esra...