Bitkileri anlamak için toprağın nasıl bir varlık olduğunu kavramamız gerekir. Onu her şeyin hatta hayatın temeli saymak yerinde olur. O nedenle bugünkü yazımız toprak üzerine olacak.
‘Bitkilerin sudan karaya geçebilmesi için kayaların yumuşak bir örtüyle kaplanması gerekir,’ demiştik dokuzuncu sayımızda. Bu sözlerle kayaların bileşimindeki besin tuzlarına sahip, yağmuru ve karı sünger gibi emebilen bir oluşumdan bahsediyoruz.
Kayalar minerallerden oluşur. Güneş ısıtınca bu mineraller yapılarına göre farklı uzar, genişler ve soğuduklarında büzülürler. Bu esnemeler zamanla onları çatlatır ve içlerinde boşluklar oluşturur. Yağmur ve onların etkisiyle oluşan seller kayaları ıslatır, boşluklara su dolar. Hava soğuyup su buza dönüşürse, mineraller birbirinden ayrılır, kayayı çatlatır.
Su aynı zamanda bir çözücüdür ve kimyasal değişimlere neden olmaktadır. Minerallerin arasına giren ince su örtüleri buralara oksijen taşır. Böylelikle demir oksitlenir ve kayaların yüzeyini esmerleştirir. Sudaki hidrojen iyonlarıyla minerallerdeki katyonlar değiş tokuş yaptıklarından kayalar yüzeyinden aşınır, kabarıp dökülür. İşte bu, yukarıda bahsettiğimiz kayayı kaplayan yumuşak örtü, yani topraktır. O halde toprağın kayaların çözünüp dağılmasından, ufalanmasından oluşan bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. Bu, toprağın ham halidir.
Rüzgârla fırtına ısı ve suyun etkisini arttırır. Aşırı ısınma ve soğuma nedeniyle kayalar bazen top sesini andıran gürültülerle parçalanarak eğri yamaçlardan aşağılara yuvarlanırlar. Çöllerdeki kumlar da – orada yağışlar az ya da hiç olmadığından- ısı ve rüzgârın etkisiyle oluşurlar.
Soluma yapan likenler de boş durmaz. Islandıklarında suya karbonik asit salarlar. Tutundukları kayaları karbonik asitle kemirir ve gevşetirler. Ömürlerini tamamlamış likenler, ufalanan kaya parçalarına karışırlar. Küçük yosunların yaşayabileceği ortamı böylece hazırlamış olurlar. Yosunlar cansız atıklarını yıldan yıla arttırdıklarında ham toprak organik atıklarca zenginleşir. Kimyasal değişimden geçerek humus adını alır. Bizler, kaya çatlaklarında tek tük otlar görebiliriz. Humusça zenginleşen yerlerde kökleri derine inen otlarla da karşılaşırız.
Bu ortam doğal bir üretim tesisidir. Nesiller birbirini izler ve birbirlerine destek olurlar. Biri ötekini yetiştirebileceği ortamı yani toprağı hazırlar. Eğer dağın doruğundan bir çığ, fırtına kopar ya da sel gelirse bu toprak tabakası, bereket mayası olarak vadilere sürüklenir. Oraya yığılır. Çıplaklaşan yamaçlarda kayaların üzerindeki likenler, çayırlar, otlar yeniden işe koyulurlar.
Bir dağın böğrünü yeşerten ve iki bin metrelik ormanların gelişebilmeleri için gerekli toprak çeşidini hazırlamak yüzyıllar almıştır. Orman oluşunca toprak kaymaz ve akmaz. Onlar yakılır ya da kesilirse, ekilecek ekinler en fazla iki yıl ürün verir. Toprak akıp gideceğinden dağ, tüyü yolunmuş tavus kuşuna döner.
Humus oluşumu da çetrefilli bir olaydır. Bu kimyasal değişim için toprağın bir hayvanat bahçesi haline gelmesi, yani canlı kalması şarttır. Bitkiler, büyümek için azota ihtiyaç duyarlar. Ancak havadaki azotu alabilmeleri, bitki atıklarını yiyen hayvancıklarla mümkün olur. Bu minik canlıların bağırsaklarındaki bakteriler, havadaki azotu humus için gereken amonyağa dönüştürürler.
Fırtınalı havalarda çakan şimşekler azot gazını suda eriyebilen azot okside dönüştürerek toprağa indirir. Bakteriler de onu nitrat haline getirir. Topraktaki azotu gaz haline dönüştüren bakteriler de bulunur. Gördüğünüz üzere Dünyamızda azot ziyan olmaz.
Çıyanlar, kırkayaklar, kınkanatlı böcek larvaları, karıncalar, termitler, salyangozlar, köstebekler, fareler ve sürüngenleri de hatırlayalım. Hepsi ot ve bitki artığı yemezler ama birbirlerini yerler. Vücutlarındaki faydalı maddeleri toprağa verirler. Ömürleri bittiğinde organik madde olarak toprağa karışırlar. Ne olağanüstü bir düzen değil mi?
Solucanları da unutmayalım. Yaptıkları işler bakımından toprakta yaşayanlar arasında en önemli yaratıklardır. Bir kilometrekare alanda yaşayan solucanların ağırlığı, aynı alanda yaşayan insanların ağırlığından daha fazladır. Onlar toprağı bağırsaklarından geçirerek havalanmayı sağlarlar. Beş-on yıl yaşarlar. Öldüklerinde bakteriler onları küçük parçalara ayırırlar ve humusa karışırlar.
Hayvanlar organik maddeyle beslenirler ve bunun yapımcısı da yeşil bitkilerdir. Güneş enerjisi yardımıyla havadaki karbondioksiti kullanarak kendilerine besin maddesi hazırlarlar. Elbette diğer canlılar için de. Her yıl yeşeren bitkiler atmosferden yirmi iki milyar kilo karbon alır. Havadan eksilen karbonu gece solumasıyla geri verir. Volkanlar da karbon kaynaklarıdır, insanlar da. Her birimiz günde bir kilogram karbondioksit üretiriz. Bir hektar tarlada bakteriler günde beş kilogram karbondioksiti havaya verir. Sihirli bir çemberdir bu dönüşümler.
Humus oluşumuyla toprak olgunlaşmış ve üzerinde bitki yetişebilecek hale gelmiş olur. Bir leblebi kadar toprakta; beş milyon bakteri, altı bin örümcek kurdu ve rotator; sekiz bin yuvarlak, halkalı ve eklemli kurt bulunur. Bu kadar canlının bir arada yaşadığı toprak nasıl cansız olabilir?
Toprak, üstü bitkiyle örtüldüğünde özüne kavuşur. Hayvanların ve insanların yüzyıllardır karnını doyuran bu kadim ikilinin kıymetini bilelim arkadaşlar. Gelecek sayımızda görüşmek üzere.
Kaynak: Alıç Ağacı ile Sohbetler, H.Birand, 5.Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları